13 Aralık 2010 Pazartesi

We Are The Fallen - Bury Me Alive



We are the fallen aslında yabancı olduğumuz bir sound değil. Grubun kurucuları Evanescence'ın eski grup üyeleri, hatta Evanescence'yi Evanescence yapan grup üyeleri. Grubun ismi de tahminimce Evanescence'nin ilk albümü olan ve tüm dünyada büyük ses getiren "Fallen"'ın bir anısı. Fallen'dan sonra yepyeni bir kadro ile yoluna devam eden Evanescence The Open Door adlı albümü ile istediği çıkışı yakalayamamıştı ve aldığı eleştiriler hep "Fallen" ile kıyaslanması sonucu ortaya çıkıyordu. Formal Evanescence üyeleri bu durumu fark etmiş ki, "Fallen" ruhu ölmedi! Biz varız! diye çıktılar ve yanlarına da lead singer olarak American Idol finalistlerinden Carly Smithson'ı aldılar. Carly'nin bulutlu ve güçlü sesi çoğu zaman Amy Lee'yi andırsa da, grup farklı bir rota çizmiş kendisine.

Ancak Evanescence ile benzerlikleri fazlasıyla var. Mesela Carly'nin back vokalleri aynı Amy'nin Evanescence back vokallerine benziyor. Aynı şekilde müziğin sound'u da öyle. Evanescence'da alışık olduğumuz rock ve yaylılar birleşimi We are the Fallen'da da fazlasıyla mevcut. Burada paylaştığım "Bury Me Alive" da "Going Under" tarzı bir şarkı olmuş.. Bakalım bir dinleyin, önyargılardan sıyrılınca aslında hoş bir şarkı.. :)

müzikle kalın :)

9 Aralık 2010 Perşembe

Onuruz'dan inciler

Merhabaa!

Kendimi birden o kadar yoğun bir temponun içinde buldum ki, buraya bile fazla zaman ayıramaz hale geldim. Hem müzikal hem de akademik açıdan yorgun, ama bir o kadar da eğlenceli ve yüksek tempoda yaşıyorum.

Hiç hissetmediğim bazı şeyleri yaşıyorum

Hiç yapmadığım bazı şeyler yapıyorum

:)

Daha önce buraya 2 tane "uygulanası listeler" postalamıştım. Şimdi biraz daha zaman geçmiş bir şekilde, daha özgün ve kendi bakış açımla sizlere yine bir liste yazacağım. Uygulayın uygulamayın size kalmış. Ama sonuçları gerçekten ilginç bir gözlem kaynağı olacaktır, eminim. :)


-İnsanları kıskanmayın, sizde olmayan bir şey karşınızdakinde varsa elbet onda olmayan bir şey de sizde vardır.

-Bir toplulukta konuşmaya çekinmeyin, kendinizi ifade edebildikten sonra olabilecekler hayatınızı değiştirebilir. (benimkini değiştirdi)

-Hiç bir şey yapmıyorken cep telefonunuzla oynuyormuş gibi yapmayın, etrafı inceleyin, daha önce görmediğiniz şeyleri görmeye çalışın.

-Bakmaktan çok "görmeye" çalışın.

-İnsanları inceleyin, yüz ifadelerine dikkatlice bakın.

-Bir topluluk içindeyken (daha çok toplu taşıma araçları) hafif bir tebessümle oturun, (herkes size ne kadar garip bakıyor değil mi?)

-Mutlaka ama mutlaka sabah gördüğünüz insanlara (tanıyın, tanımayın) gülümseyerek "günaydın" deyin.

-İnsanlara yaranmak için özünüzden taviz vermeyin

-Hayata dair bir amaç belirleyin

-Aşktan korkmayın, aşka inanın.

-Sevdiğiniz insanların hatırlarını sormak için onları zaman zaman arayın.

-Sokak müzisyenlerinin genelde ne tür müzik çaldıklarına ve çalarken/söylerken hislerinin nasıl yüzlerine yansıdıklarına dikkat edin

-İlerisi için, geçmişe dönüp anabileceğiniz anılar biriktirin. (günlük,blog,vlog)

-Kendinize güvenin

-Kendinizi sevin

-Sabah uyandığınızda aynada kendinize gülümseyin

-Paylaşmayı bilin

-Gözünüzün almadığı işlere kalkışmayın

-Müzik dinleyin :)


Evet bunlar da benim listem. Bazıları size Pollyanacılık gibi gelebilir. Doğru da olabilir, inkar etmem. Ama tüm bu yazdıklarım "gerçekçi olmak" kaydıyla yazıldığından, çok fazla Pollyanna olduğunu düşünmüyorum doğrusu..

Müzikle kalın :)

http://www.bilgimedya.org/

5 Aralık 2010 Pazar

Celine Dion & Josh Groban "The Prayer"



Celine Dion'un bu şarkıdaki başarısı tartışılmaz. Andrea Bocelli ile de yapmıştı bu düeti daha önce. Bakın Josh Groban nasıl Andrea Bocelli gibi bir ustanın bile nasıl önüne geçiyor. Tek kelimeyle harika bir düet.

12 Tenor

Herkese selam!

Dün Maslak Tim Show Center'da harika bir konsere gittim. Kötü haber, konser bugün sona erdi. Ancak konserden sonra konserin kahramanları olan 12 süper sesli tenor ile konuşmaya gittiğimde kendilerini yeniden Istanbul'da görmek istediğimizi belirttim, onlar da geleceklerini söylediler.:)

12 Tenor'un çıkış yeri Irlanda. Tam adları da Irısh 12 Tenors diye geçiyor zaten. Ama içlerinde İngiliz de var, Avusturalyalı da var. Ortak noktada buluştukları yer ise: müzik.

Opera tabanında kurulmuş gibi görülse de, aslında bu 12 tenor rock,pop,klasik her türlü müzik türüne hakimler. Çok güzel bir orkestraya sahipler ama tabii çoğu yerde sample kullanmışlar mecbur olarak. :)

Josh Groban'dan tutun Beatles'a, Andrea Bocelli'den tutun Elton John'a bir sürü dev müzisyenin şarkılarını, en az bu dev müzisyenler kadar iyi söylediler. Tenor deyince aklınıza opera şeklinde söyledikelri gelmesin. Jazz vokallerden pop vokallere çok mozaik bir yapı oluşturmuşlar.

Ve en güzeli ise birlikte oluşturdukları kimyaydı. Gerçekten seslerinin uyumu tüm salonu inletti. Son 2 şarkıda tüm salon ayağa kalkıp dans etmeye başladı. Ben de kendimden geçmiş bir şekilde dans etmeye başladım tabii ki. :) Gerçekten büyüleyici bir atmosfer ve müzikal açıdan tam bir doyum yaşadım. Uzun zamandır bir konserde bu kadar eğlenmemiş, bu kadar tatmin olmamıştım doğrusu.

Konserin bir "müzikal" gibi gitmesi de ayrı güzeldi.

Sadece ilk başta tenorlerden birinin "I love Turkey!" demesiyle coşan kalabalığın ardından aynı tenorun "and beef, chicken, all of them!" diye devam ederek her şeyi berbat etmesi ve zaten gıcık olduğum ingilizcedeki "Turkey" ve "turkey" karşılaştırmasını bir espri olarak kullanılması, gerçekten hoş değildi. Ama tabii bu insanların bunu sadece bir espri olarak kullandıklarını unutmamalı. Sadece biz türklerin damarı biraz bu konularda tutuyor, ne yapalım. :)

Yakında güzel konserler geliyor, benden havadisleri bekleyin! :)

müzikle kalın :)

http://www.bilgimedya.org/

22 Kasım 2010 Pazartesi

Burlesque Geliyor!

Herkese yeniden merhabalar!

Tatil sonrası okul,iş bizi biraz yorsa da bence çoğu kişi artık ait olduğu tempoya geri döndü. Bir bakıma iyi bir bakıma kötü.

Bugün müzikal ve dans tutkunları için harika bir haberim var. Aslında müzikal veya dans tutkunu olmasanız da, gerçekten ilginizi çekecek bir haberim var bence.

Uzun zamandır gelmesini beklediğim müzikal, beyazperdede seyircisine yarın (23 kasım 2010) kavuşuyor(Amerika için): Burlesque!

Uzun zamandır fragmanlarını ve müziklerini incelediğim Burlesque her ne kadar çoğu müzikalin sahip olduğu "klişe" diye nitelendirebileceğimiz bir konuya sahip olsa da, başrolde öyle bir isim var ki, sadece onun sesini ve danslarını izlemek için o film izlenir;

Christina Aguilera!

Döneminin en güçlü ve orjinal sesi olan, çığlıkları ve dolgun jazz gırtlağı ile beni ilk dinlediğim anda kendisine hayran bıraktıran bir isimdir Christina, ve şimdiden onun sinemalarda sesiyle insanları nasıl büyüleyebileceğini tahmin edebiliyorum!

Christina'nın filmdeki ismine de dikkat çekmek isterim çünkü biz Türkler için gayet garip bir isim. Güzelim kızcağızın ismi Ali. :) Evet evet, aynen Ali.


Ama tabii ingilizcede bu "eyli" şeklinde şirin bir telafuzla karşımıza çıkacak, çok şükür. :) Filmin fragmanlarından ve internete düşen spoiler'larına göre konu şöyle gelişiyor:


Ali Rose, küçük bir kasabada yaşamakta olan ve hayallerini gerçekleştirmek üzere Los Angelas'a giden bir genç kız. Sahip olduğu güçlü sesi artık insanlara duyurmak için son çarenin, ona umut kapılarını açabilecek bir yer olan Los Angelas'a gitmek olduğunu düşünüyor. Aynı zamanda geçmişini de ardında bırakıp kendisine yeni bir sayfa açmak istemektedir. Los Angelas'ta oranın önemli kulüplerinden Burlesque Lounge'da garsonluk yapmaya başlar ancak Burlesque, hayallerin dahi sınırlarını zorlayacak bir biçimde renkli ve olağanüstü bir dünyadır. Ali, o sahnede olmanın heyecanı ve umuduyla daha da hırslanır. O an mali ve kişisel problemlerle çalkalanan klüpte, işletmeciliği yürüten Tess bir çıkış yolu aramaktadır. Tess klüp için de iyi olacağını düşündüğünden Ali'ye destek olur.
Ali sesi ile herkesi büyülemiştir, bir anda hem kendisi hem de klüp gözde bir hal alır. Elbette bu kıskançlık ve rekabeti de beraberinde getirecektir.

Tüm bu özellikleriyle "Make It Happen" filmi ile benzediğini düşünebilirsiniz. Kesinlikle haklısınız! Hatta neredeyse aynı filmin farklı oyuncularının oluşturduğu versiyonu. Buradan biraz puanı düşse de, daha iyi bir konu düşünemediğimden bu kusuru yok sayabiliriz. Öte yandan, az önce dediğim gibi filmde Christina Aguilera var! :)

Filmin Türkiye'de gösterime gireceği tarih ise 7 Ocak 2011. O zaman sabırla bekliyoruz efendim!

Müzikle kalın :)

http://www.bilgimedya.org/

21 Kasım 2010 Pazar

BilGlee Performers Geliyor!

Herkese selam!

Bayram tatili bitti, pazar gününün de sonlarına geldiğimiz şu dakikalarda pazartesi sendromunun en üst seviyesinde yer alıyoruz çoğumuz heralde. Benim tek derdim, sabah erken kalkma olayında. Yoksa okulla hiçbir derdim yok çok şükür, de işte şu sabah kalkmak olayı -pardon kalkamamak- olayı olmasa.. :)

Umarım herkes sevdikleriyle mutlu ya da yalnız(benim gibi) kafasını dinleyecek bir bayram geçirmiştir. Aile fertlerimin her biri bayramda şehir dışına çıktıklarındani tüm bayram yalnızdım. Kafamı dinledm biraz :)

Bakın sizlere ne diyeceğim!

Bu hafta önemli bir hafta. Bu hafta Bilgi Üniversitesi Müzikal kulübü çalışmalarına başlıyor. Profosyonel olarak provalar başlanacak ve rol dağılımı yapılacak. Bu hafta ben de orada olacağım! Küçüklüğümden beri hayalini kurduğum bir müzikalde yer alabilme hayalim sanırım gerçek olmak üzere!

Bu hafta güzel haberlerle gelirim inşallah!

Müzikle kalın!

http://www.bilgimedya.org/

11 Kasım 2010 Perşembe

ONURUZ Virgin Studyolarındaydı!

Dün akşam hayatım boyunca unutamayacağın bir deneyim yaşadım! ve şu an sizlere anlatırken bile aynı heyecanı taptaze içimde hissediyorum!

Dün, okul çıkışı eve geldiğimde akşama kadar bitmek bilmeyecek bir heyeca ve hazırlığın içindeydim. Niye mi? NTV'ye gidecektim de ondan! Annemin NTV'de çalışan bir arkadaşının destekleri ile kazandığım bu fırsatı değerlendirmek için sabırsızlanıyordum. En yakın arkadaşlarımdan sevgili Öykü de oradaydı, o da annemin arkadaşının kızıydı dostlar,eşler hep beraber gerçekten mutlu bir tablo gibiydik:)

İlk durağım, NTV'nin maslaktaki ana binasıydı. İçeri girdiğim anda etrafı saran "medya" atmosferinden büyülenmemek imkansızdı. Bir medya&iletişim sistemleri öğrencisi olarak okulumun beni hazırladığı yerleri görmek, o insanların, o simaların içinde bulunmak bana bir medyacı olmanın nasıl güzel bir duygu olduğunu yaşattı. Ve yaptığım seçimden bir kez daha mutluluk ve gurur duymamı sağladı.

Şimdi sıkı durun..

Konuk odasında beklerken, ve muhabbet ederken kapının önünden bir hanım geçti ve arkadaşım Öykü büyük bir soğuk kanlılıkla "Burcu Esmersoy" dedi. Benim beynime kan gitmemeye, sıcak basmaya falan başladı. Hemen yanında ise Emre Kongar vardı. Beraber yürüyorlardı ve gerçekten komik muhabbetler yapıyorlardı. Hep televizyon karşısında görmeye alışık olduğumuz simaların, iş yaşantılarındaki bu samimi ve sıcak tavırları benim gerçekten çok ilgimi çekti. Sonra durup düşündüm, burada çalışmak ne muhteşem bir şey olmalıydı!

Kısa bir süre sonra da korktuğum mu diyeyim, yoksa dilediğim mi diyeyim başıma geldi!

Burcu Esmersoy, kapıdan içeri girdi ve bize merhaba dedi.

O sırada telefonla konuştuğum arkadaşımın yüzüne kapamam ile yaptığım ayıbı hala unutamıyorum ama ne yapalım oldu bir kere :)

Burcu Esmersoy ile tanıştıktan sonra Emre Kongar'ın odasına girme şansı elde ettim. Taktığı fularıyla, diksiyonu ve samimiyeti ile beni şaşırtmıştı. Elimi sıkarken büyük bir samimiyetle sıktı ve benimle gerçekten fazlasıyla ilgilendi. Ben ise sanırım bir kasıntı şeklinde Emre Kongar'ın karşısında duruyordum :)

Emre Kongar'la yaptığım sohpetten sonra NTV'yi gezmeye devam ettim. Haber studyolarının yapıldığı yerleri gezdikten hemen sonra, "mutfağa" girdik. Hayır! öyle mutfak değil :) her şeyin, her haberin kalbi olan kocaman bir çalışma odasına.

Karşımda bana gülümseyen tanıdık bir simanın, Can Dündar olduğunu anlayana kadar her şey sakin gidiyordu :)

Oradan da çıkınca işte gecenin sürprizi olan "Virgin Studios"a girdim. Medya okumamın en büyük amacı olarak nitelendirebileceğim Radyo ve seslendirme dünyasını daha yakından tanıma şansını buldum. Öncelikle dublaj studyolarını gezdim. Ardından virgin studios'a girdiğimde, kendimi VJ koltuğunda buldum. ONURUZ konuk olmuştu! olaylar ise tesadüf eseri benim müzikle ilgili olduğumun ortaya çıkması ile oluşmuştu.

Hani derler ya, hayat bazen insanlara beklenmedik olaylar yaşatır. Aynen öyle bir geceydi dün gece. Bol sürprizli bir geceydi.

Tüm bu sürprizlerden sonra NTV'nin Doğuş Power Center'daki merkezini de gezdim. Orası da daha ayrı bir harikaydı :)

Bundan sonra benden gelecek sürprizlere hazırlıklı olmanızı öneririm. :) Bu sadece başlangıçtı;)

http://www.bilgimedya.org/

5 Kasım 2010 Cuma

Canım Sıkılınca John Williams Dinlerim Ben :)

Herkese selamlar!

Öncelikle herkese, vize haftalarında başarılar diliyorum, dilerim her şey istediğiniz gibi olur :)

Bugün bahsedeceğim konu, küçüklükten beri kendisine tam bir hayranlık duyduğum bir müzisyen ile ilgili: John Williams. İsmini duyanlarınız John Williams'ın imza attığı muhteşem projeleri bilirler. Bilmeyenler için ise hemen küçük bir ipucu: İmperial March ya da genel olarak şöyle diyelim: Star Wars müzikleri.

Star Wars ile büyümüş biri olarak, Star wars'un müzikleri benim için bambaşkadır. Başka hiçbir filmde, bu kadar tema ile özdeşleşen ve adeta ait olduğu film için bu derece yaratılmış olduğu belli olan başka müzik görmedim ben. Çok büyük bir film müziği arşivim olmasına ve film müziklerine hayran olsam da, Star Wars müzikleri benim için hep apayrıdır. Onlar, film müzikleri değil, başlı başına filmin ta kendisi gibi gelir bana.

Star Wars'un özellikle son çekilen üçlemesinde (1999-2002-2005) kullanılan John Williams bestelerinin dahiyane özellikleri asla kulaktan kaçmıyor. Hele ki üçlemenin son bölümü olan Revenge of the Sith bölümündeki o karanlık ve acı dolu müzikler, ayakta alkışlanası türden.

Revenge of the Sith bölümü, Star Wars'un tartışılmaz en karanlık ve hüzünlü bölümü. Bölümde hepinizin bildiği Darth Vader'ın kesin dönüşümü tamamlanmakta ve tüm galaksiyi korkunç bir karanlık kaplamaktadır. Böyle bir film için John Williams'tan "karanlık temalı" bir soundtrack yapması istenmiş. Kendisi ise müziğin "karanlık" yanının olmadığını, sadece hüzünü yansıtabileceğini ama diplerdeki umudun hep kalacağını vurgulamıştır. Belki de Star Wars müzikleri için geçerlidir bu.

Demek istediğim şudur ki, bir besteci düşünün, yarattığı her eserin ayrı bir hikayesi, her notanın ayrı bir duygusu olsun. Notasyona dökülen bestelerin kendi içlerinde çatışmaları, üzüntüleri, kahkahaları hatta şakalaşmaları olsun. Sanki gerçekten bir "bireymiş" gibi, sanki gerçekten birer "canlılarmış" gibi. İşte John Williams besteleri öyle besteler. Hepsinin hikayesinin ayrı olmasının yanı sıra, hepsinin sanki kendilerine ait bir yaşantıları var. Yıllar sonra dinlenilse bile hep o aynı duyguyu verirler.

Revenge of the Sith soundtrack'ini bir dinleyin. Biraz zaman ayırın ve dinleyin. Pişman olmazsınız :)

not: Schindler's List soundtrack'ini de unutmamak lazım :)

müzikle kalın :)

http://www.bilgimedya.org/

4 Kasım 2010 Perşembe

Uygulanması Gereken Bir Liste :)

Bugün mailime çok hoş bir liste geldi. Bazı maddeleri yapmamız zor gibi görünse de, bazılarını yapmak hem gündelik huzurumuzu hem de uzun vadedeki yaşantımızda bizi huzura, mutluluğa kavuştururn kesinlikle.

Okuduğunuzda siz de farkına varacaksınız ki, çoğunu yapmıyoruz ama yapsak gerçek hoş olur :)

not: * olanlar benim en beğendiklerimdir.


1. Vücudunuza dar gelen kıyafet giymeyin.
2. İlaçla yaşamaktan kaçının.
3. Randevularınızı önceden ayarlayın.
4. Hafızanıza güvenmeyin; mutlaka yazın.
5. Aracınızı, bozulmadan servise götürüp bakım yaptırın.
6. Her kilidin yedek anahtarını yaptırın ve belli yerlerde bulundurun.
7. Daha sık 'hayır' deyin.*
8. Yapacaklarınızı öncelik sırasına sokun.
9. Zamanınızı israf etmeyin.
10. Öğle ve akşam yemeklerini basitleştirin.
11. Kötümser insanlardan uzak durun.*
12. Önemli evrakın birden fazla fotokopisini çektirin.
13. Evde çalışmayan ne varsa tamir ettirin.
14. Yapmaktan hoşlanmadığınız işler için yardım isteyin.
15. İhtiyaçlarınızı önceden belirleyin.
16. Bir defada yapılması zor büyük işleri, küçük parçalara ayırın.
17. Etrafı toplayın, dağınıklıktan kurtulun.
18. Gülümseyin.*
19. Bebekleri gıdıklayın. Kahkahalarını dinleyin.
20. Dost bir kediyi veya köpeği okşayın.*
21. Kendinizi, bütün soruların cevabını bilmekle yükümlü hissetmeyin. Bazı şeyleri de bilmeyin.
22. Karşılaştığınız insanlara, onların hoşuna gidecek bir şey söyleyin.
23. Yağmur yağmasını isteyin; yağınca yağmurda yürüyün.
24. Arada bir çarşı hamamına gidin.
25. Kendi kendinize, nerede eski günler, her şey daha güzeldi demekten vazgeçin.
26. Verdiğiniz kararın ne anlama geldiğini iyi düşünün.
27. Kendinize güvenin.*
28. Nüktedan olun.
29. Sizi mutlu edecek bir şey yapmayı yarına bırakmayın.
30. Hiç tanımadığınız insanlara yürekten bir merhaba deyin.*
31. Eski bir arkadaşlarınızla karşılaşınca ona sıkıca bir sarılın.
32. Hava açıksa, gece yıldızları seyredin.
33. Bir şarkıyı ıslıkla çalmayı öğrenin.*
34. Arada bir şiir okuyun.*
35. Kendinize bir demet çiçek alın. Bir çiçek koklayın.
36. Yardım istemekten çekinmeyin; alamazsanız üzülmeyin.
37. Görünüşünüze özen gösterin.
38. Her şeyi kararında yapın; israfa kaçmayın.
39. Nerede gerekiyorsa, orada mutlaka gerekli emniyet tedbirini alın.
40. Daima daha iyisini yapmaya çalışın, ama mükemmeliyetçi olmayın.
41. Resim ve heykel sergilerini gezin.
42. Ayakkabınızı boyatın.
43. Berbere gidin.
44. Kendi kendinize bir şarkı mırıldanın.*
45. İyi bir müzik dinleyicisi olun.*
46. Kendi kendinize yetmeyi öğrenin.
47. Her gün biraz idman yapın; her fırsatta yürüyün.
48. Dünyanın en yetenekli insanı olmadığınızı kabul edin gerekiyorsa elimden ancak bu kadar geliyor deyin.
49. Yeni moda birkaç şarkıların sözlerini ezberleyin.*
50. İşe erken gidin.
51. İşe her gün aynı yoldan gitmeyin.
52. Amirinizden izin alıp bazen işten erken çıkın.
53. Kırlarda dolaşın.
54. Maça gidip bağırın.*
55. Başkaları dilemeden, siz onlara iyi günler dileyin.
56. Teşekkür edin.*
57. Arabanıza güzel koku yayan bir alet koyun.
58. Evde kendi kendinize yemek pişirin, güzel bir sofra kurun,sonra da afiyetle yiyin.
59. Başkalarını adam etmekten vazgeçin.
60. Severken karşılık beklemeyin.*
61. Sinemada film seyrederken patlamış mısır atıştırın.
62. Bir ağaç, olmazsa bir çiçek dikin.
63. Şişmanlamayın.
64. Hatıra defteri tutun.
65. Bir tuvalet temizleyin.
66. Kağıttan bir uçak yapıp uçurun.
67. Bir derneğe veya kulübe girin, arkadaş edinin,toplantılara katılın..
68. Mutlaka yeterince uyuyun.
69. Az konuşun, çok dinleyin.
70. İş arkadaşlarınıza ve dostlarınıza iltifatı esirgemeyin.
71. Bir güne yapılacak çok şey tıkıştırmayın.
72. Acelesiz yaşayın; daha önünüzde yaşanacak çok güzel günler var.
73. Stresli davranmak, doğuştan gelen değil, sonradan kazanılan kötü bir huydur; bunu unutmayın.
74. Son söz: Öfkeyi, kendinize zevk edinmeyin.*

Radyo Vesaire Test Yayınında!

İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Müzik bölümü ve İletişim Fakültesi Medya ve İletişim Sistemleri bölümünün iş birliği ile çalışmalarına başlanan Radyo Vesaire test yayınında ve bilgimedya.org'dan şu an ulaşılabilir durumda.Az önce Andrea Bocelli'nin Sancta Aria'sı çalıyordu. Aynı zamanda Forumumuz da yolda, kısa testlerin ardından hep beraber, aktif bir şekilde forumumuzda paylaşımlar yapmak, radyo'da da biraz kafa dağıtmak ve müziğe kendimizi vermek dileği ile :)

müzikle kalın :)


http://radyovesaire.bilgimedya.org/

3 Kasım 2010 Çarşamba

Düşe Düşe "Kalkmayı", Yenile Yenile "Yenmeyi" Öğrenmek

Bırakın bu gece, biraz serbest atış yapalım.. müzik her zaman hayatımızda. Peki ya kendi müzikalimiz? "Hakkımda" bölümünde kendimle ilgili yazdığım yazıyı, 3 sene önceki günlüklerimi karıştırırken bunalım dönemlerime ait sayfaların birinde buldum, şaşırdım. Günlük deyince biraz şaşırdınız evet, genelde bir erkekten "günlük" tutma gibi bir durum alışılmışın dışındadır, benim günlükten kastım da zaten alışılmışın baya bir dışı. Öyle ki, tam 6 senedir başımdan ne geçiyorsa sanki başka biriymişim gibi, sanki bir film senaryosuymuş gibi hep yazarım ben. Herkesin başka bir adı vardır benim bu yazılarımda. Kendi adım da Onur değildir, eğer şu an bunu okuyan sizler: benimle bir şekilde konuşmuş ya da bir şekilde iletişime geçmişseniz siz de bu minik filmime konuk olmuşsunuzdur demektir. Sayamadığım kadar çok isim ve bir o kadar da hikayeleri birleştirdiğim, aslında kendi kendime yarattığım kendi hayatımın bir müzikaliydi bu.
Bu günlük meselesini açıklamadan duramazdım. :) Bugünkü serbest atışımız aslında bir nevi dertleşmek gibi. Tam 1 hafta önce kendimden bile beklemediğim bir şekilde çok önemli bir girişimcilik yaptım. Bir nevi "staj" başvurusu gibi nitelendirebiliriz bunu. Tek başıma, Istanbul'un hiç bilmediğim yerlerinde adres peşinde koşarken, ne kadar yorulursam yorulayayım, adresin yazılı olduğu kağıt elimden rüzgar yüzünden uçsa da, yağmurdan dolayı sırılsıklam olsam da, yokuş aşağı inerken düşüp üstüm başım çamur içinde olsa da, insanın hedeflerinin peşinden koşması, ne kadar da güzel bir şeymiş! Hayatı anlamlı kılan belki de bu sonu gelmeyen koşuşturmacalar..

Geçen hafta başıma gelen onca aksilikten sonra sadece bir kereliğine geri dönmeyi düşündüm. Önümdeki taksiye atlayıp evime dönmeyi düşündüm. Zaten sırılsıklam olmuştum. Tam o sırada yaşlı bir teyze geldi yanıma, boyu da ufacıktı. Kırışmış gözleri ile bana bakarken hafif bir tebessüm de ediyordu, elinde sattığı şemsiyelerden verdi bana, "al oğlum ıslanma" dedi bana. Aldım şemsiyeyi.

Sonra daha yanıma geldi ve aynen şunları dedi:

"İstediğin her şey olacak, merak etme"

Evet! kesinlikle uydurmuyorum! uydurmayı isterdim ancak gerçekleri anlatıyorum. Bu duruma tesadüf diyemem, çünkü değil. Hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığı inancım, o gün daha da temellenmişti içimde.

İnsan düşe düşe kalkmayı öğrenir derler, eskiden "hadi be!" derdim içimden. Meğerse ki ne kadar doğruymuş! İnsan kalkabilmeyi ancak düştüğü yerden yapabiliyormuş, düşmeden, ayağa kalkılamıyormuş.

Aynı şekilde hayatta yenmek için de, yenilmeyi, hatta defalarca yenilmeyi tatmak gerekiyormuş. 1 defa yenmek için bazen 1000 defa yenilmek gerekiyormuş. E tabii, son gülen de çok iyi gülüyormuş. :)

1 hafta önce bugün, bütün kötü giden şeylere rağmen inat edip istediğimi yaptığımı fark ettiğimde anladım ki, işte o gün "günün galibi" olmuştum.

Hayat daha da anlam kazandı gözümde, belki hayat hakkında konuşmak için daha çok erken evet, ama geç olmasından iyidir...

Bu küçük paylaşımımı, zamanı gelince daha üstü açık bir şekilde yazacağım. O yüzden kapalı üslubum için özür diliyorum :) arada böyle küçük dertleşmelerin, iyi geleceği kanısındayım. Bana fikirlerinizi belirtin :)

Müzikle kalın ;)

Cennetten Gelen Bir Ses: Sissel

Herkese merhaba!

Yoğun ve bir o kadar da eğlenceli geçen bir haftanın ardından, bir takım hoş şeylerin beyleyişindeyim. Biliyorum çok kapalı oldu ama dilediğim şeyler gerçekleşirse ilk burada yazacağım. Blog konusunda çok farklı kişilerden farklı tepkiler alıyorum ve bu beni gerçekten çok mutlu ediyor. Şunu itiraf etmeliyim ki blog yazmak benim için de harika bir deneyim haline geldi. Yazmayı ve paylaşmayı seven biri olarak kendime "neden daha önce başlamadın şu blog'a" diye kızdığım bile oldu :)

Bugün sizlere ismi çok fazla bilinmeyen, ama sesi ile gerçekten büyüleyici bir müzisyen olan Sissel'i, tam adıyla Sissel Kyrkjebø'dan bahsedeceğim.

Sissel'i farklı kılan kesinlikle ses tonu ve rengi. Norveçli bu hanım, Pop-Jazz bazen rock ve çoğunlukla soprano türünde söylediğinden klasik elementler içeren bir müziğe sahip. Bu tür müzikal kombinasyonların benim gibi hastasıysanız, kesinlikle Sissel'i seveceksiniz.

Sissel'i aslında ilk olarak keşfettiğim an, geçen sene uzun zaman sonra barıştığım bir dostumla yaşadıklarımın etkisiyle, "şu an ruh halime uygun bir müzik bulmalıyım" şeklinde youtube'da müzikler dinlerken gerçekleşmişti. İlk olarak dinlediğim "Weightless" şarkısı, o an yaşadığım mutluluğu kat ve kat çoğaltmıştı.

Sesi ilk başlarda Enya'yı anımsatsa da, Enya'dan çok daha geniş bir perdede sesi olduğu ve dolayısıyla da daha güçlü bir sesi olduğu kesin.

Ama asıl ona duyduğum hayranlık, "Should it matter" adlı parçasıyla olmuştu. Bir kere dinleyin, ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız.

Uzun biyografiler yazmayı sevmediğimi biliyorsunuz, sadece Sissel'e bir göz atın, beğeneceğinize eminim.

Müzikle kalın!

http://www.bilgimedya.org/

28 Ekim 2010 Perşembe

Öyle Bir Geçer Zaman Ki

Herkese selamlar!

İstanbul'un yağışa teslim olduğu şu günlerde herkes evine kapanmış bir vaziyette kendilerine yapacak bir meşgale arıyorlar, aynen benim gibi :) tabii evde oturma gibi bir şansı olmayan kişiler(çalışanlar vs.) için bu İstanbul günü, gerçekten zordu. Ama yarın bayram! Herkesin bol bol dinleneceği zamanı olacaktır eminim.

Hepimizin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun Efendim!

Uzunca bir blog yazmıştım az önce, hepsini sildim. Konu ise dizi müzikleriydi. Film müziklerine olan merakım beraberinde dizi müziklerini de getirdi. Dizi fazla izlemem ama hepsinin jenerik müziklerine hep dikkat etmişimdir. Türkiye'de giderek büyüyen bir olgu olan televizyon dizilerinin müziklerini incelemek, hem üniversitede seçtiğim bölümle(medya) hem de müzik ilgimle alakalı olduğundan benim için vazgeçilmez bir uğraş. Türk dizileri içinde bugüne kadar çok başarılı müzikler duydum.

Ama bir tanesi beni büyüledi...

Öyle Bir Geçer Zaman Ki adlı dizinin jenerik müziğini ilk dinlediğim anda, sanki bir sinema filmi başlıyormuşçasına insanın içine içine işleyen bir müzik ile karşılaştım. Nail Yurtsever ve Cem Tuncer'in imzalarının olduğu bu jenerik, benim arşivimde şimdilik 1. numara olarak yerini almış olarak bulunmaktadır.

Dinlemeyenleriniz veya dikkat etmeyenleriniz için:

25 Ekim 2010 Pazartesi

Tamirane'de Jazz Keyfi!

Herkese merhabalar!

Yoğun ve hastalıklı geçen son 1 haftanın ardından blogumu ne kadar özlediğimi fark ettim. Allah kimsenin başına faranjit gibi bir dert vermesin. Gripten kötü valla :) hele bir de sesinizi kullanıyorsanız :( (şarkı söylerken sesimi kayda alsaydım muhtemelen müzik hayatım biterdi.)

Bugünkü özellikle izleyicilerim olanlara gayet yakın gelecek bir konudur. Ama tabii ki blogumu okuyan ve Tamirane hakkında hiçbir bilgisi olmayan müzikseverleri de bilgisiz bırakacak değilim!

Öncelikle isterseniz şu Tamirane nedir açıklayalım:

Tamirane dediğimiz mekan, Istanbul Haliç'te, santralistanbul'da bulunan bir cafe/restorant. Adını, santralistanbul'un eski Istanbul'un elektrik santrali olduğu zamanlarda "Tamirhane" olarak kullanıldığından dolayı almış. (evet yazılış olarak "tamirhane", yazım yanlışı yapmıyordum) mekanın adının Tamirane olması ise, (h harfinin düşmesi) sanırım bir konsept gereği.

Santralistanbul'u bilmeyenler için açıklayayım ki, buradaki her bir tarihi anı muhteşem bir koruma ve özen altında. Durum böyle de olunca Tamirane'den içeri girince karşılaştığınız konsept sizi etkilemeyecek gibi değil!

Hele ki o Jazz Session'ları!

Tamirane, tarz olarak Jazz müziğin belki de tam oturduğu bir mekan. Ortamın havası olsun, konsept olsun, Jazz ile birleşince sizlere muhteşem bir zevk yaşatıyor. Jazz müziği sevin sevmeyin, bu deneyimi yaşamalısınız.

Öyleyse gelecek Tamirane programlarına bir göz atalım, ne dersiniz?

30 Ekim Cumartesi:

DEform-E   20.00

-Black music olarak adlandırılan müzik türünün Türkiye'deki en önemli temsilcilerinden olan DEform-E'nin DJ seti Black Music, Funk ve Northern Soul gibi müzik türlerinde gezinen müzikalitesi yüksek bir performans.

31 Ekim Pazar

"Morning Jazz Sessions" Jehan Barbur Quintet    14.00

Klavyede Evrim Tüzün, elektrogitarda Berkant Çelen, Davulda Onur Başkurt, basgitarda Murat Çopur ve vokalde Jehan Barbur'dan oluşan Jehan Barbur Quintet repertuarında Jazz standartları ve "chanson" lara yer veriyor. Jehan Barbur Quintet "Morning Jazz Sessions" kapsamında Tamirane'de.

27 Kasım Cumartesi

Jazznova



Yakında daha çok konser haberi ile burada olacağım

Müzikle kalın!


http://www.bilgimedya.org/

24 Ekim 2010 Pazar

Hastalık:(

Malesef hastalandım:( grip beni de vurdu! Her sabah pekmezler içen, vitaminler alan, deli gibi kalın giyinen ben, öksürmekten sesim kısıldı. Son günlerde yazamama sebebim budur, yarın yeni konularla yazılara tam gaz devam!

Herkese iyi haftalar!

15 Ekim 2010 Cuma

Epica

Herkese merhaba!

Blog meselesine artık gayet ısındım. Hiç yabancı bir şeymiş gibi gelmiyor. 3 hafta önce gerçekten tedirgin bir vaziyetteydim ama :)

Bugünün konusu belki bazılarınızın bildiği, belki bilmediği, belki müziklerini duyup isimlerini bilmediğiniz bir grup. Adları da Epica. Aslında her ne kadar "grup" desem de, grubun vokali Simone Simons'un tamamen ön planda olduğu bir proje Epica.

Blog konularımı seçerken her zaman ilginç ve insanların okumaktan zevk alabilecekleri konular araştırmaya çalışıyorum. Şu ana kadar sadece sanatçıları/grupları tanıtan bloglar açabilirdim ama sıkıcı olurdu. Bugün ise bir grup hakkında yazıyor olmam, bu girdinin sıkıcı olacağı anlamına asla gelmiyor.

Çünkü inceleyeceğimiz grup ve yaptıkları müzik tamamen sıra dışı, etkileyici ve bağımlılık yaratıcı .

Tabii ki her şarkısını beğenmeyebilirsiniz, çünkü aslında rock/metal müzik türü üzerine kurulu bir müzik anlayışları var.

Epica 2002 yılında kurulduğunda benzer müzik tarzını yapan Nightwish'e benzediği gerekçesiyle uzun zaman "Replica" (kopya) adıyla anıldı. Bu sert suçlamalar ve imalar grubun dinamiğinde hiçbir aksamaya yol açmadı ve grup hep daha iyi şeyler yaparak kendisini geliştirdi.

Vokal Simone Simons'un etkileyici sopranı vokali ve zaman zaman jazz müziğe kaçan vokal tarzları da albümlerindeki özgünlüğün en büyük sebeplerinden şüphesiz.

Grubun müziklerini dinlediğinizde gizemli korolar, orkestralar ve güçlü gitar riff'leri duyabilirsiniz. Ama özellikle dinlemeniz gereken şarkılar:

Feint
Phantom of the Agony
Chasing the Dragon(mutlaka)
Linger
Higher High
Safeguard to Paradise
Run for a Fall

Bu şarkıları dinledikten sonra ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

İyi haftasonları diliyorum!

Müzikle kalın!!

10 Ekim 2010 Pazar

The Phantom of the Opera!

Herkese iyi pazarlar! Bugünün tarihine de değinmeden geçemeyeceğim : 10.10.10 :)) Sezeryanların patladığı andır kesinlikle:) Bu anlamlı pazarın size bol güzellikler getirmesini diliyorum! 

Cumartesi bile uykumu alamamış biri olarak 1,5 haftalık süper-uykusuz bir zaman sürecinden sonra bugün uykunun tadını çıkardım. Sonra da düşündüm de, her şey aslında "yokluğunda" kıymet kazanıyor. Bir şeyin hayatınızda yokluğu ya da eksikliği, ona aslında ne kadar ihtiyacınız olduğunuzu hatırlatıyor size.. Geri kazanmanız mümkün olabilecek bu eksiklik/yokluklarda (mesela uyku gibi:)) bu gerçekten "kıymet anlamak" için çok hoş bir yöntem. Yani işin uyku bakış açısından bakınca, uykusuzluk mutlu sonla dolu pazarlar için güzel bir şey. :)

Haydi başlığımıza dönelim o zaman. Bugün ki konumuz herkesin en az 1 kere duyduğu muhteşem bir filmin muhteşem müziği : The Phantom of the Opera!Aslında Phantom of the Opera'ya "film" demek yanlış olur, çünkü aslında bu, bir İngiliz besteci olan Andrex Lloyd Webber'in bir müzikal eseridir. Bu eserin oluşturulmasından 20 yıl sonra, film olarak çekilmiştir.

Phantom of the Opera'yı ilk izlediğim an, beni müziğe tamamen bağlayan andır diyebilirim. Bir başka deyişle bu müzikal, benim müziğe olan yolculuğuma çıkma sebeplerimden biridir.

Bir opera binasında "müziğin meleği" olarak adlandırılmış Christine'in yine kendisi gibi muhteşem bir müzikal deha olan The Phantom of the Opera ile olan düeti ise, işte müzik tarihi dünyasına adını altın harflerle yazdırmıştır. Peki, onlarca farklı sesten duyduğumuz Phantom of the Opera müziklerini yeniden yorumlayan muhteşem sanatçılar kimler? Hadi bir göz atalım.

Öncelikle Sarah Brightman ve Antonio Banderas'ın düetinden başlayalım:

Müziğin vazgeçilmez korku dolu ama bir o kadar da tutkulu enstrumanı olan Klise orgu, şarkıya kesinlikle inanılmaz bir hava katıyor. Sonrasında ise tüm orkestranın müziğin başlangıcını coşkun bir tonla çalmasıyla sahnede Sarah Brightman beliriyor, narin bir yürüyüşle Christine rolünü benimsediği ne kadar da belli oluyor. Sarah Brightman şarkıya başlarken arkadan Antonio Banderas'ın geldiğini görüyoruz. İkili düetlerine başlıyorlar. Gerçekten tüyler ürpertici bir performans olduğu kesin. Şarkının sonlarına doğru Sarah Brightman'ın opera solosu ise gerçekten muhteşem.

http://www.youtube.com/watch?v=S88rkpPu8_g

Bu performans, The Phantom of the Opera'nın ürkütücü ve aşk dolu atmosferini en iyi anlatan performans olması ile birlikte, bir performans daha var ki bu sefer enerji dolu ve tutkunun tavan yaptığı bir atmosfere götürüyor bizi:

Nightwish'in yeniden yorumladığı The Phantom of the Opera, tek kelimeyle mükemmel!

Şarkı başlarken grubun fikir babası Tuomas Holapainen'in klavyesinden başlangıcı duyuyoruz. Kısa bir süre sonra grubun soprano vokali Tarja Turunen, "in sleep he sang to me, in dreams he came" sözleriyle şarkıya başlarken bütün stadyumu çığlıklar, alkışlar ve gözyaşları dolduruyor.

Ardından tüm grup şarkıya muhteşem bir rock/metal havası vererek, doğal atmosferinden de uzaklaşmayarak şarkıyı yorumluyorlar. Bu sefer The phantom of the opera olan grubun basçısı Marco Hietela'nın muhteşem sesi, Tarja Turunen'e eşlik ediyor.

Bütün şarkıyı, Sarah Brightman'dan farklı olarak "opera tonunda" söyleyen Tarja Turunen, sonunda artık şarkının klişeleşmiş solo operasını yaparken tüm grup da muhteşem bir coşkuyla opera ve rock müziğin birbirine aslında ne kadar da yakıştığını bizlere ispatlıyor. Şarkı, Tarja Turunen'in muhteşem tiz çıkışı ile sonlanıyor.


Bu iki performansı kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim, etkilenilmeyecek gibi değil!

Herkese güzel pazarlar :)

Müzikle kalın! :)

7 Ekim 2010 Perşembe

Şarkı Söylemenin Faydaları:)

Merhabalar herkese! son 2 gündür bloguma giremiyordum. Artık delirme derecesine gelmiş bir halde hacklenme olasılığını da düşünürken kendi internet tarayıcımda bir sorun olduğunu fark ettim (okuldan gayet kolay girebiliyordum çünkü) :)

Kış kapıda, daha 1 hafta öncesine kadar kısa kollularıyla barış içinde duran ben direk atladım kışlıklara. Daha da soğuyacakmış havalar, hayırlısı artık ne diyeyim :)

Bugün yine değişik bir blog konumuz var. Daha önce de yazdığım "müziğin sağlığa faydaları" başlığının bir alt başlığı olabilir bu. Konusu ise şarkı söylemenin faydaları!

Evet yanlış yazmıyorum. Şarkı söylemek, insan vucuduna ciddi bir şifa kaynağı.  Hem de ne şifa!

Şan derslerine ilk başladığım zaman şan hocam bana aynen şunu demişti "şarkı söylemek kendi kendinde şifa bulmanın yegane yoludur." bu söylemleriyle hafiften nirvana'ya ulaşma çabalarında olduğunu sandığım hocamın, aslında ne kadar haklı olduğunu sonradan yaptığım birkaç araştırma sonucu fark ettim. Şarkı söylemenin tıbbi faydalarının yanı sıra, başka faydaları da var.

Frankurt Üniversitesinde 31 amatör şarkıcı üzerinde yapılan araştırma sonucunda:

Şarkı söyleyen insanların iletişimde hiç zorluk çekmedikleri gözlemlenmiş. İnsan iletişiminde hiç zorluk çekmiyor, konuşmayı seviyorlar.

Şarkı söylemek vücuttaki antikor üretimini arttırarak vücudu virüslere karşı korumaya teşvik ediyor.

"Doğru" şarkı söylemenin en büyük avantajlarından biri ise "diyaframı" doğru kullanmayı bilmektir. Bu bağlamda şarkı söyleyenler doğru nefes alıyorlar.

Ayrıca uzmanlar doğru şarkı söylemenin larenks'i(ses telleri) koruduğu ve sesin yaşlanmasının önüne geçtiğini de vurguluyor.

O zaman şarkı söylemek lazım avaz avazzz!!! :)

müzikle kalın!!

http://www.bilgimedya.org/

5 Ekim 2010 Salı

Müziği Hissetmek mi, Anlamak mı?

Selamlar herkese tekrardan! Dolu dolu geçen bir salınun ardından artık haftayı yarılamış bulunuyoruz. Nedense bünyem bu aralar uykuya baya bir düşkün. Sanırım bende erken kalkma fobisi var. Anlayamadım. :) Heralde sonbaharın yarattığı bir hüzün/melankolik atmosfer olabilir. ama şu da bir gerçek ki o sapsarı parıldayan yaprakların görüntüsü de bir başka :)

Bu aralar günlük sohpetlerimde birçok blog konuları buluyorum. Bu da onlardan biri :) Bu konuyu yazma fikrim dün kuzenimle karşılıklı çay içerken aramızda geçen bir diyalog sonuçta belirdi. Kendisi çekmecemi karıştırırken ingilize şiirler buldu ve bana göstererek "bunlar ne?" dedi sanki yaptığı şey çok normalmiş gibi(bknz: hem suçlu hem güçlü:)) Ben de aynı soğuk kanlılıkla "birkaç şarkı sözü deneyimim" dedim.

Bunu dememle beraber gözleri fal taşı gibi açıldı kuzenimin ve "ingilizce söz mu yazıyorsun?!" şeklinde hafif tenkit edermişçesine tepki verdi.

Sizlerin de anlayacağı üzere "neden türkçe yazmıyorsun?" şeklinde bir tepkiyle karşılaştım. Ah be canım kuzenciğim o çekmecenin tamamına baksaydın keşke :)) neyse sonra türkçe sözlerimi de okuttum ona :))

Ama bu tepkisi çok ilgimi çekti. Sonra kendisi ile konuştuğumda ingilizce sözleri anlayamadığını ve müzikte onun için "sözlerin" en önemli öğe olduğunu belirtti.

Mesela bana göre sözden önce müzikal anlamda ezgiler gelir. Ama insanlara göre değişir tabii ki.

Ama bir genellemeye göre insanların büyük bir kısmı anlamadığı şarkıları çabuk unutuyorlar. Bunun nedeni sözlerin müziğe bir kimlik kazandırmasıymış! Ne kadar doğru bir saptama aslında.

Diyeceksiniz, sözleri olmayan enstrumental parçalar ne olacak? Onlar ayrı :) hatta sadece müziğin olduğu bir parçada şahsen daha çabuk etkilenmek bile mümkün.(belki)

Ama şu bir kesinliktir ki, lyric yani şarkı sözü dediğimiz olgu, ciddi bir olay. Müziğe tamamen o kimliği veren ve doğru kafiyelerle ve girişlerle ayarlandığında müzikte "catchy" dediğimiz olay ortaya çıkıyor işte. Mesela birkaç örnek vereyim sizlere, bakalım benimle aynı fikirleri paylaşacak mısınz :)

Muse - Unintended

Scorpions - Still loving you

Within Temptation - Forgiven

İngilizce olarak bunları dinlemenizi öneriyorum. Türkçe olarak:

Şebnem Ferah - Hoşçakal

Candan Erçetin - Sensizlik

Sezen Aksu - Küçüğüm

Bunlar da sözlerin müziğe kazandırdıkları kimlikleri bizlere sunuyor.. iyi dinlemeler!

Müzikle kalın!!




4 Ekim 2010 Pazartesi

Yorum Yapmak İçin! :)

Bu seferlik konu dışı bir duyuru:).Bugün bölümümüz hocalarından Aylin hoca ile görüştüğümde yorum yapamadığını belirtti bana:( ben de hemen kontrol ettim ki evet yorum yapılamıyor.

Yorum yapmak için:

-Sağ üst köşeden gmail mailinizle giriş yapıp, ardından hangi bloga yorum yapmak istyorsanız oranın altındaki "yorum" sekmesine tıklamanız gerekiyor. O zaman yazı yeri açılacaktır :)

Yani gmailiniz ile giriş yapmadan yorum yapılamıyor :)


sevgiler, saygılar.. :)


Müzik Türlerine Göre Kişilik Analizi!

Herkese merhabalar! bol dinlenmeceli geçen bir haftasonu ardından ders başını yapmış bulunmaktayım:) 1 haftayı da böyle doldurduk. Geçen hafta bugünü düşünüyorum da, baya tedirgindim.:) Yeni gireceğim üniversite ortamı, hocalar, arkadaşlarım... ve bugün 1 hafta geçti ve her şey yolunda. :)

Geçenlerde başıma gelen bir olay bugünkü blog konumu oluşturdu. Arkadaşlarımla oturmuş kahve içerken içlerinden biri : "Onur sen çok garip bir insansın" dedi. Birden arkadaşımın böyle bir tepkide bulunması beni tedirgin etti ama hafiften tebessüm ettiğinden, şakaya vurduğunu sanıp aldırmadım.

"Eee?" dedi arkadaşım, "bişey sordum" diye devam etti tebessümünü de devam ettirerek. Gülerek "neyim garip?" dedim.

"Ne bileyim, heralde piyano falan çalıyorsun ya, ondandır" dedi.

"Ne alaka?" dedim gayet bezmiş bir tonla :) ama bunu dememle kafamda da bir ampülün yanması bir oldu. Aslında arkadaşımın bu dediği şey, beni baya düşündürdü. "Ne alaka" diye geçiştirdiğim şey aslında "Çok alaka" idi. Müziğin insanın karakterine etki etme, hatta karakterini yaratma gibi bir özelliği olduğu gerçekten doğruydu!

Müziğin karakterinize etki etmesi için bir entruman çalmanız, şarkı söylemeniz, teorik anlamda müzik bilgisi olan biri olmanız gerekmiyor. Sadece bir müzik türüne gönül vermeniz yeter.

Çok basit bir örnek : Emolar.

Emotional Rock türünden etkilenen gençliğin bu tarzı hayatlarıyla adeta birleştirerek marjinal saç stilleri tasarlamalarını, konuşmalarını hatta oturmalarını bağlı oldukları müzik türü etkiliyor!

Aynı şekilde Gothic'ler. Gothic Rock/Metal dinleyicilerinin benimsediği bu akımı da inkar etmek imkansız.

Peki karakterlere bakarsak? Hangi müzik türü hangi karakteri etkiliyor ya da doğuruyor?

Amerika'da yapılan bir araştırmada klasik müziği fazlaca dinleyen ve benimseyen insanların zeka puanlarının diğerlerine göre daha tüksek olduğu,

Elektronik müzik dinleyenlerin öfkeli ve çabuk parlayan karakterde olduğu,

 Rock müziği dinleyenlerin asi kişilikte olduğu ve en küçük haksızlıkta bile isyankâr bir tavır gösterdikleri,

Caz severlerin sorumluluk sahibi olduğu,

Pop müzik seven kişilerin daha keyfine düşkün oldukları

saptanmıştır.

Bu konunun gerçekliği konusu hakkında bir şey diyemem ama artık çevremi daha dikkatli gözlemleyeceğim. Sizlere de tavsiyem bunu yapmanız. Müzik türlerine göre karakter oluşumunu en net bu şekilde görebiliriz.

Herkese iyi haftalar, müzikle kalın!!



http://www.bilgimedya.org/

2 Ekim 2010 Cumartesi

Sağlığa Giden Yol: Müzik!

 Haftasonu! Evet herkes bu günü çok seviyor biliyorum:) özellikle şu cumartesileri yok mu şu cumartesileri :)
Bugün biraz daha bilimsel ve ilginç bir konu üzerinde duracağım. Gerçekten insan sağlığı üzerinde ciddi etkilere sahip olan, çoğu hastalığın tedavisinde kullanılan bir yöntem ile tanışmaya hazır mısınız: Müzikoterapi

Müzikoterapi'nin ne olduğunu az çok anlamışsınızdır. Bazı hastalıkları iyileştirmek veya iyileşme sürecine sokmak için hastaya belirli seanslarla uygulanan müzikal içerikli terapiler müzikoterapidir. Şu an dünyada birçok hastanede şaşırtıcı olumlu sonuçlar doğuran müzikoterapinin mucizeleri, dünyayı şaşırtmaya devam ediyor.

Öncelikle müziğin bünyeye olan faydasının daha anne karnından fark edilebildiğini biliyor muydunuz?

Mesela bebeklerine daha anne karnındayken müzik dinleten(özellikle klasik müzik) annelerin çocuklarını IQ seviyelerinin ciddi yüksek bir rakamda olduğunu?

Peki ya uzun yaşamın sırları arasında müziğin de olduğunu söylesem?

Madde(uyuşturucu) bağımlılığında müzikoterapinin ciddi olumlu sonuçlara sebep olduğunu?

Otizm gibi rahatsızlıklarda müzikoterapi uygulandığında "mucizevi" olarak nitelendirilebilecek sonuçlar ile karşılaşıldığını?

Aynı şekilde alkol tedavisinde de müzikoterapinin etkisi çok büyük.Alkolizm tedavi merkezinde bir müzik aleti eşliğinde şarkı söylemenin tedavideki etkinliği incelenmiş ve alkoliklerde grup etkinliğine katılımın arttığı tespit edilmiştir. Madde kullanımı olan ergenler üzerinde yapılan bir çalışmada, alınan maddeyle ilgili şarkılar seçilmiş, kaydedilmiş ve sözleri yazılmış. Sonra bu şarkılar, ergenlere dinletilmiş, yazdırılmış; şiirler de yorumlatılmış. Bu sayede, ergenlerin maddelerle ilgili konuları anlamalarına yardımcı olunmuş ve kontrol kaybı, fiziksel yıkım, bağımlılık artışı gibi sorunların farkına varmaları sağlanmıştır. Müzikoterapiyle ergenler günlük stresle başa çıkmanın alternatif yollarını öğrenmişler ve uyuşturucu konusunda bilinçlenmişlerdir.
Günlük rutinlerin ve çevre,aile özel yaşantı gibi etmenlerin kurbanı olan bireylerde oluşan psikosomatik hastalıklarda da müzikoterapi depresyonu, stresi, kaygıyı ve kızgınlığı azaltmaktadır.

Müzikoterapi hakkında daha detaylı bilgileri ilerleyen günlerde buraya yazacağım. Çünkü önümüzdeki hafta bir aile dostumuzun yanına, aynı zamanda Türkiye'de hatrı sayılır bir neurofeedback terapisti olan bir tanıdığımı ziyaret edeceğim. Tüm bunları birinci elden dinlemek heyecan verici olacak!

Şimdilik hoşçakalın diyorum, hepinize güzel cumartesi geceleri ve pazarlar! :)

Müzikle kalın!!

1 Ekim 2010 Cuma

Parmakların Orkestrası: Piyano

Merhabalar herkese! Yine son derece enerjik ve dolu dolu bir konuyla günün blogunu yazıyorum. Umarım beğenerek okursunuz..

Beni tanıyanlar bilir, tanımayanlar da öğrenecektir ki benim en büyük tutkum piyanodur. Gidin çevremden birine sorun "Ya kardeş bu Onur kimdir, neyin nesidir?" diye elbet bir cümlenin içinde piyanoyu duyacaksınızdır. Hani herkesin içinde olduğu bir dünya vardır. Ali için bu gezmek tozmantır, Veli için sevgilisini ne kadar çok sevdiğidir, Ayşe için modadır vs. Bende de böyle bir kalıp oluştu sanırım istemeden. Beni tanıyanlar bu yönümü iyi biliyorlar ki, hep akıllarında piyano başında bir Onur beliriyor.. :)

Ben hiçbir zaman piyano başına oturup sonatalar, konçertolar çalan biri olmadım. Hep kendi kendime üretmeye çalıştım. Herkesin kendisine göre bir deşarj yöntemi vardır kimi gider duvarı yumruklar, telefonu fırlatır, bağırır, spor yapar, koşar vs. bende de bu var. Müzik  olunca işin içinde her şeyi unutuyorum. Beni üzebilecek her şeyi böyle unutuyorum, atıyorum çöpe..:)

Benim perspektifimden piyanoyu anlatmak hem sizi çok sıkar, hem de gereksiz olur. Çünkü benim için anlamını anlamanızı zaten isteyemem.. :)

Bunun yerine şu en ünlü enstruman kimmiş, neymiş bir tarihe göz atalım?

Piyano dediğimiz enstrumanın 2 çeşidi var. Kuyruklu ve konsol piyano. Konsol piyano dediğimiz duvara diklemesine duran, diğer türüne göre daha küçük olan ve ev ortamında(özellikle apartmanlarda) daha elverişli çalışmayı sağlayacak bir piyano tipi. Kuyruklu olanlar ise hepinizin çok iyi bildiği, arkaya doğru uzanan ve benim tabirimle "gerçek piyano" diye adlandırdığım tür. Ha konsol gerçek değil mi? gerçek o da tabii ki! ama bir kuyruklu piyanonun karizması her zaman bambaşkadır.Piyano kelimesi İtalyanca "Güçlü ve Hafif sesli klavsen (harpsikord) - gravicembalo col piano e forte" 'den gelir. Pianoforte olarak adlandırılması da bundandır. Atası klavsenden en önemli farkı, tuşa basarken uygulanan kuvvete göre çıkan sesin şiddetinin de aynı yönde değişken olmasıdır. Klavseni internetten araştırırsanız göreceksinizdir ki gerçekten piyanoya çok benzemektedir.

Piyanolarda 3 pedal vardır. Kuyruklularda üçüncüsü kullanılmazken konsollarda kullanılır.. Bunun nedeni konsollarda üçüncüsünün sesi kısma özelliğine sahip olmasıdır. (apartmanda çalışan piyanistlere kıyak) Kuyruklu piyanolarda, hatta genel olarak piyano denilince akla gelen ilk marka Steinway'dir. Bugüne kadar asla çözülememiş bir formül ile hem seste hem de tuşlara dokunurken bir farklılık olduğunu keşfediyorsunuz. Steinway çalmış biri olarak bunun doğruluğuna kesinlikle katılıyorum. Onun arkasından hemen onu takip eden "Yamaha" lar var. Onlar da Steinway piyano kalitesine yaklaşıyorlar. Bösendorfer, zimmermann gibi markaları da es geçmemek lazım tabii ki.

İyi Piyano denilince tabii ki Alman piyanosu hepsini sollar! ama rus piyanoları da gayet iyidir..

Tarihçesine hiiç girmeyeceğim çünkü o kadar uzun ki, size sıkıntı vermesi muhtemeldir. O yüzden piyano hakkında minik bir girişi yapmış bulundum. :) Umarım beğenmişsinizdir. O zaman şimdilik hepinize iyi günler ve bol dinlenmeli haftasonları diliyorum! Yarınki blogda görüşürüz..!

müzikle kalın!!

30 Eylül 2010 Perşembe

SANTRALİSTANBUL


Üniversitede ilk haftayı bitirmeye az kaldı. Şu 4 gündeki gördüklerim ve yaşadıklarım gerçekten heyecan verici. İyi ki hazırlık sınavını atlamışım diyorum kendi kendime gerçekten. Lisans programıma başlamış olmanın verdiği heyecan bambaşka! Bilgi Üniversitesinin atmosferi mi? O daha da bambaşka!
:)

Bugün bahsedeceğim konu, benim kampüsümün ta kendisi!!

Okuyucu: Onur sen müzikle ilgili bloglar hazırlamayacak mıydın, ne iş?

Onuruz: Hayır artık ben ve benim hakkımda yazılar olacak! Niahhahaha(şeytani gülüş)

Hayırr! sadece bir şakaydı! :) Bugün bahseceğim konu evet üniversite kampüsümün ta kendisi. Ama çok daha farklı bir yönden, müzik yönünden..;)

Bilmeyenleriniz için santralistanbul kavramını daha da açayım. Santralistanbul eyüp'te halicin tam bitiminde yer alan bir ilim-kültür yuvası. Bilgi üniversitesinin kampüsü olmakla beraber Istanbul'da düzenlenen çoğu kültürel faaliyetin de yuvası. Istanbul'ın ilk elektrik santrali olma özelliği ile de tarihi bir cennet. Büyük ve mimari açıdan sizi yıllar öncesinin muhteşem yapısına götürecek eski yapılar, Santralistanbul'un mimarlarından Emre Erolat tarafından "Üzerlerindeki tozları bile bırakacak şekilde restore ettik" şeklinde tanımlanıyor.

118 dönümlük yemyeşil bir araziye yayılan santralistanbul, dediğim gibi birçok sanatsal faaliyete de ev sahipliği yapıyor, mesela konserler!

Santralistanbul'da herhangi bir konsere gelmediyseniz kesinlikle çok şey kaçırırsınız demektir. Açık havada dev sahnelerde ışık oyunlarıyla süslenmiş dev sanatçıların konserlerinin yanı sıra, özellikle Jazz hayranlarını tam anlamıyla tatmin edecek konserler sizleri santral Tamirane ve Otto adlı 2 şahane resturantta bekliyorlar!

Eğer santrale henüz daha hiç uğramadıysanız bundan sonra takip edeceğiniz yerler arasına alın santrali! Çünkü yeni sezon konserlerini kaçırmanızı tavsiye etmem! Gelmişken de Otto'da güzel bir yemek yemeyi ihmal etmeyin!

Müzikle kalın!!


http://www.bilgimedya.org/

29 Eylül 2010 Çarşamba

Yozlaşma mı yoksa gerekli bir değişim mi?

İkinci blogumla karşınızdayım.Havada ne olacağı belirsiz bir atmosfer var ve bugün kendimi biraz enerjim düşmüş gibi hissediyorum, nedendir bilmiyorum.Hepimize olur ya hani bazı günler "bunu yapmaya hiç niyetim yok" deriz, aslında o gün deliler gibi işimiz olmasına rağmen oflayıp puflayıp yerimizden kalkar sıkılmış bakışlarımızın bizi ele vermemesi için sahte tebessümlerle etrafa gülücükler saçarız. Neden bu kadar uzattın onuruz? desene "ben üşengecim" diye! Hayır değilim, sadece bugün sanırım dün yaşadığım güzel anıların etkisinde olduğumdan küçük bir bocalama yaşıyorum. Okulumda ilk haftanın vermiş olduğu haz ve heyecan hala yerli yerinde. Her gün yeni bir şey keşfediyorum.4 sene boyunca her gün aynı heyecanı yaşayacakmışım gibi geliyor. Sevdiğim bölümdeyim, sevdiğim ortamdayım, sevdiğim hocalarlayım! Daha ne isteyebilirim ki?

Ufak çaplı bir kişisel konuşmadan sonra temasal blogumuzun bugünkü inceleme alanına bir girelim isterseniz. Şayet uzun zamandır araştırdığım bir konu olması bunu sizlerle paylaşacak olmanın verdiği heyecanı kat kat arttırıyor. :)

Evet sayın onuruzmusicblog okuyucuları, bugünkü konumuz müzikte yozlaşma olarak tanımladığımız olgular acaba popüler kültürün gerektirdiği "gerekli" bir şey mi? (bazılarınızın sinir katsayısının arttığını ve hemen "sen ne diyorsun ya!" dediğini biliyorum, sakin olun konumuz fazlasıyla nesnel)

7 sene boyunca klasik piyano eğitimi almış bir insan olarak "müzik" olarak nitelendirdiğim çoğu şey birkaç sene öncesine daha "klasik müzik" idi. Ta ki kendi bestelerimi yapana, ve zincirlerimi kırarak daha farklı türler dinleyene kadar. Klasik müzik dışında ikinci kez bağlandığım müzik türü "senfonik metal" adlı bir türdü. Güçlü gitar soloları arasından yükselen korolar ve dev orkestraların varlığı, heyecan verici bir müzik türü ortaya çıkarmıştı. O gün karar vermiştim: "ben bu müzik türünü icra edeceğim" sonra aradan 1 sene geçti, yaptığım tüm besteler sözsüz, enstrumental parçalardı. Acaba yazabilir miyim diye kendimi denediğimde, kendimi gayet de hoş kafiyelerle süslenmiş kulağa güzel gelen şarkı sözleri yazarken buldum. İşte o an müzik zevkimin çok daha geniş bir yelpazeye yayıldığı andı. Artık her müziği dinliyor ve beste yaparken daha da özgürleşiyordum.Bunu piyano hocama anlattığımda bir an piyanoyu başımda parçalayacak sanmıştım, o derece sinirlenmişti. Bilirsiniz piyano hocaları biraz otoriterdir, hele yaşları da varsa...

Kendimden verdiğim bu örnek, aslında bu blogda tanımlamak istediğim iletinin ta kendisi. Toplumlarda da, aynı şekilde bir müzik zevki değişimi söz konusu. Dürüstçe söyleyebilirim ki zamanında pop ile işi olmayan ben, şu an gayet de eğlenerek Lady Gaga dinliyorum. :)

İşte tam burada şu soru aklımıza takılıyor. "Müziğin bu zaman içindeki değişimi, ileride müziği yok edebilir mi? Bu bir yozlaşma mı yoksa olması gereken bir kural mı?"

Bu soruda sadece 1 şeye kesin cevap verebilirim ki, dünyanın sonuna kadar asla müzik yok olmaz. Emin konuşmayı sevmeyen bir insan olarak bu konuda gerçekten eminim. Çünkü müzik heryerde! telefonunuz çalarken duyduğunuz seste, arkadaşınızın sıkıldığında mırıldandığı melodide, hatta doğada!

Telefonla birini ararken duyduğunuz "dııııtt" sesinin aslında notalardan "LA" sesi olduğunu biliyor muydunuz? Hatta piyanistlerin telefondaki bu çevirme sesini dinleyerek piyanolarındaki "LA" sesinin akordunun bozuk olup olmadığını bu sayede anladıklarını? :)

Müzik sürekli bir evrimin kaçınılmaz olduğu bir sanat dalıdır. Her an her dakika bu yaşanmaktadır. Çünkü dünya değişiyor, insanlar değişiyor, alışkanlıklar değişiyor...

Bilindik bir sözle yazımı bitiyor, ve yorumu sizlere bırakıyorum..

"Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.."
                                                             Herakleitos

        http://www.bilgimedya.org/

28 Eylül 2010 Salı

Onuruz blog nedir?

Selamlar herkese! Bloglarla çok alakalı olmayan bir insan olarak şuan bu blogumu güzel üniversitemin güzel kütüphanesinde açıyor olmanın verdiği haz ve sevinç ile sizleri selamlıyorum.:)
Bu blogun temel açılma sebebi benim bilgimedya.org ile yürüteceğim ortak blog çalışmasıdır. Bu vesile ile olabildiğince sık aralıklarla sizlere yazmaya devam edeceğim. Bu ilk günde öncelikle sizlere kendimden bahsetmek istiyorum.

Blogun linkinden de anlaşılacağı üzere blog çoğunlukla müzik ve müzikal konular içeren yazılara dayalı olacak. Sanat dalları içerisinde bence en fazla kolu olabn müziğin sihirli dünyasını elimden gelebildiğince sizlere yansıtmaya çalışacağım. Her türlü müzik konusunu işlemekle beraber bazen müzikle birlikte başka konulara da değineceğim ama tabii ki ana amacımdan sapmadan. Bunlar film müzikleri olabilir veya medya ve müzik ilişkisi üzerine kurulu olabilir.

Medya eğitimime başladığım şu ilk günlerde, çoğu gazeteci de artık kendi bloglarına sahip, belki kendi alanlarında özgürce söyleyemediklerini bu bloglar aracılığı iler dile getiriyorlar. İşte tam bu noktada şunun da altını çizmek isterim ki bu blogda da özgür düşüncelerimi paylaşacağım. Bir medyacı adayı olarak bu blog sayfamı, staj çalışmalarımdan ilki olarak değerlendiriyorum..

Blog kavramı üzerinde yoğunlaşınca kendimden bahsetmeyi unuttum. Adım Onur, Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri bölümü 1. sınıf öğrencisiyim. İdeallerime sadık, çoğunlukla geleceğe odaklanmış biriyim(çoğu anlamda negatif etkisi var bu durumun:)) 7 senedir piyano çalıyorum ve son 2 senedir de şan eğitimi alıyorum. Müziği tam anlamıyla ruhun gıdası olarak gören bir insanım bu yüzden zamanımın çoğunu piyanoda besteler yaparak, müzik gündemini takip ederek ve medya ile ilgili çalışmalarımı sürdürerek devam ettiriyorum. Aslında günümüzde internetin hayatımızda ele geçirmiş olduğu yere bakarsak, medyanın ve iletişimin hayatımızın kaçınılmaz bir gerçeği olduğunu görürüz.

Lafı fazla uzattım sanırım ama giriş konuşmaları her zaman uzundur bilirsiniz.. :) bundan sonra çoğu zaman beraberiz.Müzikle kalın.. :)